“…Bedenim entube edilmiş gözler kapalı bir makine yardımı ile solunuma bağlanmışsınız. O an dışarıdan baktığınızda kişi göğüs kafesi dışardan verilen oksijenle şişiyor ve iniyor ama aslında temel hedef 48 saat içinde kişinin akciğerine verilen oksijenle beraber nefes alıp verme eylemine onun akciğerlerinin de üstlenmesini sağlamak. Peki kişinin bilinci nerede? 

Bilinç kendi dünyasında nerelerde geziniyor? Entube edilmiş insanlarla bunu kaç kişi konuşabildi ya da tecrübe edindi bilmiyorum ama ben bu günlüklerde daha çok bu görünmeyen/dışarıdan algılanamayan boyutları anlatacağım. Kimilerine göre komada biri hiçbir sey hatırlayamaz, kimilerine göre koma da kişi kendinde olmadığı için ne oluyor ne bitiyor bilemez. Ben de bazen espiri olsun diye ‘yukarılarda gezindim şeytana parmak bir atıp geldim’ diyorum. Ama aslında yaşanılan tamamen bir akıl yetmezliğidir. Hayal dünyanı bilinç altına göre kuruyorsun ve bir yerlerde bir şeyler olup bitiyor ancak sen bunların hepsini gerçekmiş gibi yaşıyorsun. Bana konulan teşhislerden biride hiper deliryumdu.  Nedir bu deliryum?...” 




Pandemi ile insanın hikayesi yeni bir şey değil ki bu yaşadıklarımızda eski olsun. Her yüzyılda bir tanık oluyor insan yaşadığı bu evren üzerinde ki diğer canlılarla olan temasında bu durumu. Her şeyden evvel bu virüs insana durması gerektiği yeri hatırlatıyor ve insanoğluna bu evrenin tek sahibi değilsin diyor. Almanca güzel bir kavram var: ‘demut, yani mütevazi olmak ya da alçakgönüllülük, diğer manasıyla tevvazu. F_Demut’un manasını sözlükte yine almanca şöyle tarif ediyor: in der Einsicht in die Notwendigkeit und im Willen zum Hinnehmen der Gegebenheiten begründete Ergebenheit. Yani Türkçeye çevirirsek: Gerekliliğin içgörüsüne ve verilen koşulları kabul etme isteğine dayalı olarak teslim olma durumu. Kısacası insan evladı kendini bu evrende her şeyden üstün gördü. Bozmuş olduğu ekosistem ondan sanki intikamını alıyor ya da ona haddini bildiriyor diyebiliriz. Yine kendi tespitimle özetlemek istersem: İnsanlık olarak doğaya karşı vermemiz gereken rızalık yerine teknolojik üstünlüğün kibirine kapılarak kendimizi kandırdık – ne ölümcül bir durum! 


“Sessiz bir ego, ölüm kaygısını yatıştırır: Varoluşsal bir kaygı tamponu olarak rızalık insana dinginlik verir.” 




Covid 19 Günlükleri


Neden Covid 19?

WHO dünya saglık örgütü 2015 yılında aldığı bir karar ile hiçbir bulaşıcı hastalığı ne bölge ne hayvan ne de bir şahıs ismi ile anılmayacak ya da çağrıştırmayacak şekilde olmasına karar verdi.

1918 yılında “İspanya Gribi’ olarak anılan pandemi bir etiket gibi İspanya adıyla anılmış ve gribin İspanya’yı çağrıştırmasını doğru bulmadıklarını açıklamışlardı. Bundan dolayı 2019 yılında Çin’in Wuhan eyaletinde başlayan virüse “Wuhan virüsü” denilmesini de doğru bulmayarak, 30 ocak 2020 de aldığı bir kararla “Covid 19” denilmesine karar vermişti. Covid (Corona Virus Disease) corona virüs hastalığı anlamına gelirken, Korona ismini de virüsün mikroskop altında Taç (Krone) şeklinde olması ya da taca benzemesinden dolayı Corana ismini vermişler. Buradaki 19 rakamı da hastalığın ilk 2019 yılında açığa çıkmasından dolayıdır ki, bundan dolayı Covid 19 ismi verilerek pandemik bu durum konusunda WHO bütün ülkelerin bu salgına karşı hazırlık yapma ve tedbirler alması konusunda çağrıda bulunmuştu. 

UNAIDS and China working together during the COVID-19 outbreak to ...


Epidemi nedir?

Epidemi salgın hastalık demektir. Salgın hastalıklarla ilgilenen bilim dalına Epidemiyoloji denir. İnsanlık tarihinde daima salgın hastalıklar olmuştur, savaşlarda ordular düşmandan çok salgın hastalıklara yenilmiştir. Tarih boyunca en önemli salgın hastalıklar olarak çiçek, veba, kolera, tifo ve grip hastalıkları öne çıkmaktadır. 14. yy Çin’den dünyaya yayılan veba, 25 milyon insanın ölümüne sebep olmuştur. Napolyon’un Moskova önlerine kadar geldiğinde ordusunun yenilmesine sebep olan hastalık tifüstür. 1918 senesinde İspanya’dan başlayan grip 1920 yılına kadar 20 milyon insanın hayatına mal olmuştur. Hatta 1918 yılında Atatürk’ün de İspanya gribine yakalandığını ve bu hastalığı atlattığını bir yerlerde okumuştum. Türkiye de en son epidemi 1970 yıllarında kolera salgını olmuştur. Epidemi de bir hastalığın salgın olarak çıkması ve yayılarak durdurulmaması söz konusu olduğunda tarif etmek için kullanılan bir kavram. 


Pandemi nedir?

Bir virüsün salgın hastalık yaratarak eşzamanlı olarak ülke sınırların dışına çıkarak diğer ülkelere yayılarak insan hayatını tehdit eden salgın hastalıklara pandemi denilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü Wuhan’da çıkan Corona’yı önce epidemi olarak tanımlamış, sonrasında diğer ülkelere yayılmasıyla beraber Ocak ayında bu Covid 19’u pandemi olarak ilan etmiş ve tüm ülkeleri tedbirler alma konusunda uyarmıştı. Daha evvelinde de 2009 yılında ‘domuz gribi’ pandemik bir hastalık olarak WHO tarafında pandemi olarak ilan edilmişti. Dünya sağlık örgütü bir hastalığın pandemik olarak açıklanabilmesi için üç kriteri yerine getirmesi gerektiğini belirliyor: yeni bir virüs olması, insanlara kolayca geçmesi, insandan insana kolay ve sürekli bir şekilde bulaşması. Bir salgının veya tıbbi durumun sadece yaygın olması ve çok sayıda insanın ölmesine sebep olması pandemi olarak nitelendirilemez, aynı zamanda bulaşıcı olması gerekir, demektedir. Mesela kanser bir çok insanda ölüme sebep olmaktadır, ama bulaşıcı olmadığı için pandemi olarak tanımlanamıyor.


Epidemi kontrolden çıkan bir hastalığı tarif etmek için kullanılan genel bir kavramdır. Tıbbi alanda bir bölgede, bir toplumda veya bir grup insanda bir hastalığın yaygınlaştığı kanaatine varınca kullanılan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Pandemi ise bölgeler ve gruplar üstü coğrafi bir salgın anlamına geliyor. Bir ülkenin tamamını veya dünyanın tamamını etkisi altına alan salgın hastalıklar için kullanılıyor. 


Coronavirus in Australien - COVID-19 •


Covid 19 ve Çin’den gelen haberler ve resimler 


Her şey medya üzerinden sunulan Wuhan’a dair ilk resimler ve haberlerle başladı bende. 11 milyonluk Wuhan kenti dış dünya ile bağları koparılmış hayalet bir şehre dönüşünce kafamda son yıllarda yapılan ekosistemi bozulmuş dünyada geride kalmışların savaşını anlatan, Zombiler ve virüslülerle ilgili senaryolar sanki önümüzdeki süreçte gerçekleşebilecekmiş gibi düşüncelere daldım gittim. Kentin giriş ve çıkışlarına döşenen beton duvarlar ordunun devreye sokulması, kıpırdayan her şeyi sanki vur emri verilmiş şekilde sunulmasını hem abartılı bulmuştum hem de aslında bir çok bilgiden mahrum bırakılan bizlerin bilgi kirliliği içinde yüzdüğümüzün de farkındaydım. 


Çin devlet yöneticileri Dünya Sağlık Örgütü’nü ilk kez 31 Aralık 2019 tarihinde epidemi olarak bilgilendirdi. Ama bunun bir Coronavirüsü olduğu konusunda bilgileri sonradan iletecektiler. Yerel kaynakların bu virüsle mücadele eden doktorlarla yaptıkları görüşmede ilk vakanın 17 Kasım 2019 da 55 yaşlarında bir erkek hastanın Hubeyi eyaletinde olduğunu, salgının sıfır noktasının Vuhan, bu eyaletin başkenti olarak merkezi olacaktı. 

27 Aralık’ta Yhang Jixian adında bir hekim, Çinli yetkililerle bu gizemli hastalığın yeni bir tip koronavirüsün neden olduğunu söyledi, ama bu bilgiler halktan gizlendi. Çin dünyaya 7 ocak 2020 tarihinde yeni bir virüsle karşı karşıya olduklarını duyurdu. Çin de ilk vaka sayısı 1 Ocak 2020’de 382 ye ulaşmış ve ilk Corona ölümü 11 Ocak 2020 de olmuşu. Böylece devletlerin yalanlar üzerine kurulu gerçekleri ört bas eden bir yapı olduğuna yeniden tanıklık etmiş olduk. Daha sonrasında aşırı virüse maruz kalan Yhang Jixian’ın ölüm haberi geldi. Bu virüsle mücadele eden gerçek kahramanlar olan sağlık çalışanları en ön cephede hayatları pahasına insan hayatı için mücadele edenler gerçek kahramanlardır. Siyasiler ölenler için sadece üzüntülerini ekranlarda beyan eden Neoliberal yatırımcıların çıkarlarını düşünenlerden başka bir şey değildirler. 


Kampf gegen Coronavirus: China baut neues Krankenhaus in nur sechs ...


Corona virüsü (Covid 19) İsviçre’ye kadar geleceğine dair hiç şüphem olmadı, çünkü artık yaşadığımız dünyada her şey küresel bir gerçeklikti. Ve İsviçre’de ilk vaka 26 Şubat 2020 olarak kayıtlara geçti. Kuzey İtalya’da bir gösteri eylemine katılan 70 yaşlarındaki bu Tessin’li ilk Covid 19 taşıyıcısı olarak kayıtlara geçmişti.  


Kuzey İtalya’da ki bu gelişmeleri bir taraftan kaygı ile izlerken diğer taraftan açıkça söylenmesi gerekirse İsviçre’yi idare eden federal devlet yöneticilerinin kötü idaresi sürekli ekonomide işverenleri, yatırımcıları düşünmesi basiretsiz ve kararsız bir tablo sergilemeleri İsviçre de virüsün yayılmasını hızlandırdı. 


Sağlık bakanlığının görevlendirdiği ve televizyona çıkan bu kişinin her akşam haberlerde kısıtlı, vatandaşları tatmin etmeyen açıklamaları başından sonuna kadar tamamen bir yetersizlik duygusundan başka bir izlenim bırakmıyordu bende. Maskelerin bile böylesine zengin bir ülke de kısıtlı olması ve normal vatandaşın eczaneye gittiğinde maske bulmaması bu yöneticilerin öngörülerinin ne kadar düşük olduğunu ve bu tür felaket senaryolarına hiç hazırlıklı olmadıklarını gösteriyordu. Her yerde olduğu gibi medya burada da devlete çalışıyor ve toz kondurmuyordu. Daha dün yine buranın köklü gazetesi Tages-Anzeiger Federal Devlet yöneticilerine krizi yönetmede ve atlamada notunu ‘iyi’ olarak vermişti. 


12 Mart 2020 tarihinde Federal Devlet İtalya sınırını kapattığını ilan etti. Ama herkesin hem fikir olduğu taraf çoktan geç kalınılmıştı. Aslında iki hafta önce kapatılması gereken sınırı, neden gecikmeli kapattıkları pek anlaşılmış değildi. Yatırımcıların baskılarıyla mı denetlemeler ve yasaklar gecikti bilemiyoruz, ama görünmez bir el var ve bu el siyasetle kol kola olduğu kesin. Ama bu ülkede para kazanmaktan başka derdi olmayan bir ekonomiyi temsil eden yatırımcı gücün baskısıyla olmuştu bu gecikme. Bugün bile bu kısıtlamaların kaldırılmasını yine en çok isteyen yine bu ticaret odaları ve onları temsil eden sanayii odaları.


Covid19 bana ulaştı: 

16 Mart günü covid 19’un ilk belirtileri ortaya çıktığında o hafta hastalarımla olan bütün psikoterapi randevularımı iptal ettim, Pazartesi günü ev doktorumu aradım ve covid testi yapmak istiyorum dediğimde, federal hükümetin kararıyla testin, sadece risiko gruplarına yapılacağını ve benim bu grup içinde olmadığım söylenildi. Bunun üzerine normal grip semptomlarını gideren ilaçlar alarak tedavi olmaya çalıştım. Bütün hafta evde kaldım grip semptomları gideren ilaçlar alarak geçti. Ancak 20.03.2020 günü sabaha kadar öksürükten uyuyamadım. Ve hastahaneye başvurdum, durumu anlattım. Onlarda iltihap giderici antibiyotik verdiler. Bir test numunesi alındı ve 24 saat sonra sonucun geleceği söylendi.

24 saat sonra alınan numunenin test sonucu için yetersiz olduğunu yeniden test numunesi alacaklarını söylediler ve ikinci bir test içinde numune alındı ve ben 48 saat sonra Covid 19 pozitif sonucu aldım. Geçen bu zaman zarfında ısrarlarımla Akciğer tomografisi çekildi. Devamında ciğerin iki tarafı da puslu çıkmıştı. Doktor arkadaşlarım vardı, onlara bunu gösterdiğimde kesin Covid 19 denildi. 

Bu arada bizim covid de bedenimde hazırlığını yapıyor, çoğalarak bedenimde kendine yer edinmeye devam ediyor. Aslında bu virüs mutasyona uğrayarak insan vücuduna girmesi kendinin hayatta kalma mücadelesinin bir parçasından başka bir şey değil. O da kendine bir ‘ev’ arıyor. Organizma öldüğü zaman aslında o da ölecek, ama o bedende çoğalarak içinde bulunduğu organizmayı öldüreceğini düşünmüyor ve bu bilinçle ya da iç güdüyle hareket etmiyor. Virüsler hayatta kalmak için aradıkları organizmaya uyum sağladıklarında kendileri de hayatta kalıyorlar, içine girdikleri organizmanın bağışıklık sistemine saldırırken, yenik düşen organizmayla beraber onlar da yok olup gitmektedirler. Virüsün amacı girdikleri organizmayı öldürmek değil, hayatta kalmak içindir. 


20 Mart’ı 21 Mart’a bağlayan geceyi sabaha kadar öksürerek geçirmiş ve hiç uyuyamamıştım. Durumum bu arada git gide kötüleşmişti. 21 Mart günü hastahaneye yattım. Daha evvel de belirttiğim gibi Covid testi sonucu beklemek 48 saatimize mal olmuştu. Test sonucu pozitif geldiğinde benim akciğerlerin her iki tarafı tamamen iltihapla dolmuştu. Durumum kötüleşince de beni yoğun bakım bölümüne almışlar. Bu son sürece dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Genellikle zatürre olan kişilerde az miktarda oksijen beyine gittiğinden dolayı buna paralel başka şikeyetler veya rahatsızlıklarda gelişiyor. Bana konulan teşhislerden biriside hiper deliryum teşhisi idi. Aşağıda bu konuyla ilgili daha detaylı yazacağım. Burada şu kadarını söyleyeyim: deliryumla beraber benim bilinç altımda entube edilmemle beraber deliryumun etkisiyle, başka bir alem başka, bir hal başka bir hayal dünyasına da girmiş olduğumdur. Yoğun bakımda birinin gözleri kapalı iken zihninde neler oluyor, bu kısmı sizlere aktarmak için bu günlüğü kısaca ve öz ve sade olarak anlatmak için kaleme aldım bu yazıyı diyebilirim.


24.3.2020 yoğun bakımda entube edildim. 


Yoğun bakımda 1.gün 

Bedenim entube edilmiş gözler kapalı bir makine yardımı ile solunuma bağlanmışsınız. O an dışarıdan baktığınızda kişi göğüs kafesi dışardan verilen oksijenle şişiyor ve iniyor ama aslında temel hedef 48 saat içinde kişinin akciğerine verilen oksijenle beraber nefes alıp verme eylemine onun akciğerlerinin de üstlenmesini sağlamak. Peki kişinin bilinci nerede? 

Bilinç kendi dünyasında nerelerde geziniyor? Entube edilmiş insanlarla bunu kaç kişi konuşabildi ya da tecrübe dindi bilmiyorum ama ben bu günlüklerde daha çok bu görünmeyen/dışarıdan algılanamayan boyutları anlatacağım. Kimilerine göre komada biri hiçbir şey hatırlayamaz, kimilerine göre koma da kişi kendinde olmadığı için ne oluyor ne bitiyor bilemez. Ben de bazen espiri olsun diye ‘yukarılarda gezindim şeytana bir parmak atıp geldim’ diyorum. Ama aslında yaşanılan tamamen bir akıl yetmezliğidir. Hayal dünyanı bilinç altına göre kuruyorsun ve bir yerlerde bir şeyler olup bitiyor ancak sen bunların hepsini gerçekmiş gibi yaşıyorsun. Bana konulan teşhislerden biride hiper deliryumdu. Nedir bu deliryum? 


Hiper deliryum durumu: 


Diğer adıyla akut beyin yetmezliği olan bu deliryum çok karmaşık bir şekilde seyir izleyebilir. “Deliryum bilinç, algılama, düşünce, uyku-uyanıklık döngüsü değişimlerinin eşlik ettiği, ani başlangıçlı ve dalgalı gidiş gösteren bir klinik sendromdur (Lipowski 1990, Wise ve Trepacs 1996, Taylor ve Shahj 2001)”. Belirtileri her bireyde aynı olmamakla beraber bazı kişilerde akut (aniden) bazı bireylerde aşamasına ve durumuna göre ağır bir seyir izleyebilir. Her durumda hastalık bireyde çok hızlı bir şekilde ilerleme gösterir. Deliriyum düşüncede oluşan bir hastalıktır. Daha çok eski çağlarda bilenen bu hastalık nöbetler halinde gelen ataklarla ilk başlarda uyku problemleri ile kendini gösterir. Genellikle stres, iç huzursuzluk, kaygı duygularının çoğalmasıyla birlikte hastalığın dozajı artmaya başlar. Epidemoloji sahasında yapılan araştırmalarda hastahaneye yatan tüm hastalar için deliryumun yaygınlığı % 10-30 olarak belirtilmektedir. Yapılan araştırmalarda gençlere nazaran yaşlılarda daha yaygındır. Özellikle ileri yaştaki hastalar ve çocuklarda daha sık görülen deliryum bilinçte bulanıklık, kendini bir şeye odaklamada sorun yaşayan, tuhaf hayaller görme, etraftaki nesnelerin şekil ya da yer değiştirdiğini görme ya da manasız asabileşme biçiminde kendini gösteren ve çoğunlukla da geçici bir durum olarak tarif edilmektedir. Bu durumlar çoğunlukla büyük amelyatlar sonrasında ya da uzun süre yoğun bakımda yatmayı gerektiren tıbbi durumlarda ortaya çıkmaktadır. Deliryum yaşayan kişinin öncesinda hiç bir psikiyartik şikayetinin ya da hastalığının olması gerekmeyebiliyor. Yani çok sağlıklı insanlarda da aniden deliryum belirtileri çıkabilir. Tıbbi bir müdahele sonucunda beyinde meydana gelen geçici metabolik değişikliklerden kaynaklanan bir durumdur. Tıbbi durumun düzelmesiyle beraber ruhsal bu belirtlerde kaybolmaktadır. 


Deliryum bireye bilinçaltı oyunlar oynatabilir, bilinç altında birey kendi aleminde kurguladığı senaryoları hayatın içinde gerçekten yaşanıyormuş gibi sanmasına yol açar ve hayaller görmesine sebep olabilir. Tamamen nörolojik etkenlerin rol oynadığı bu dönemde hastanın hayal görmesi, yaşadıklarını gerçek sanması ve hallüsinasyonlarla bu durum daha da ilerler. Hasta hassas bir durumda ani tepkiler verebilir, asabileşebilir ve alınganlıklarda geliştirebilir. 


Deliryumun bazı belirtilerinin şöyle sıralayabiliriz: 


Uykuda zorluk çekme ya da normalin üzerinde daha fazla uyuma, gündüz uyuma gece uyanıklık, Bilişsel düzeyde bozukluklar, mesela el becerilerinin bozulmasının yanında, mekanı karıştırma, nerede olduğunu bilememe, unutkanlık ve konuşmada bozulmalar gelişebilir. Bir şeye odaklanmada becerisini kaybetme hali, Bilinç altında oyunların ve fantazilerin harekete geçmesi, paranoyak düşüneler, ilüzyonlar (olmayan bir şeyi görme) ya da deilüzyonlar (gerçeği yanlış değerlendirme), kaygı, tasa, endişe, emniyet ve güven duygusunun azalması ve korku halleri, asabiyet, etrafa zarar verici davranışlar ya da gerginlik ya da donukluk manasında tepkisizlik belirtiler olarak ortaya çıkabilir. Her bireyde onun ruhsal ve kişisel halinin durumuna göre bu belirtiler kendini farklı gösterebilir. Deliryum aniden başlayarak bir seyir izleyebilir ve gün boyunca da dalgalanmalar yaşatabilir. 


Deliryum tedavisi


Tedavisinde genellikle altta yatan sebeplere yönelik tedavilerle çevresel, psikososyal ve farmakolojik (ilaçlar) olarak ayrıştırılır ve bu faktörlere göre destek verilir. Genellikle çevresel ve psikososyal yaklaşımda oryantasyonun sağlanması (takvim, saat, bulunduğu mekan) uyaranların denetlenmesi, ailenin ve yakınlarının eğitimi ve katılımın sağlanması ve diğer risk etmenlerinin elenmesi olarak sırlanabilir. Çevresel faktörlerde hasta genellikle tek kişilik odalarda tutarak uykusunun bölünmesi engellenebilinir, hastanın tanıdığı bir refakatçinin sürekli yanında bulunması ve hastaya oryantasyonunu sağlayarak ve ona hatırlatacak müdahalelerin yapılması önemli bir destektir. Bu durumda hem sağlık personeli hem de hasta yakını günü, tarihi, mekanı, ziyaretçilerin kimler olduğunu ve daha ne kadar tedavi altında kalacağını ve ne zaman taburcu olacağı konusunda vereceği bilgilerle deliryum döneminde hastayı desteklemelidirler. 


Bazı durumlarda psikotik belirtilerin eşlik ettiği tespit edilmişse antipsikotik ilaçlarla hasta desteklenmelidir. Bu durumları atlattıktan sonra antipsikotik ilaçlar da kesilir. 

Tedavide bir taraftan hem altta yatan tıbbi durumların sebebini hem de genel tıbbi durumla bağlantılı karaciğer, böbrek fonksiyonlarında bozulma var mı yok mu bakılmalıdır. Hastaya bütüncül yaklaşılmalı ve tedavisinde onunla yapıcı, güven verici bir iletişim kurarak onu anlama ve hissetme çabası içinde olduğunuzu kurduğunuz temas ile göstermelisiniz. 



İlk Narkoz halinin yaşanılan iki boyutu

Bu arada bana verilen ağızdan narkozu ben hayal dünyamda şöyle yaşadım: Triemli hastahanesine gidiyoruz, tedavi için yerimiz yok diyerek beni İsviçre-Almanya sınırında bu tedaviyi uygulayan başka bir hastahaneye yönlendiriyorlar, burada ki bir başhekimle tedavi üzerine konuşurken hekim bana sürekli “sende zatürre var”, hemen yatmalısın diyor. Ben de “tamam” diyorum, ‘benimle gelen oğlumu eve bırakayım ben, hemen gelir yatarım’ diyorum. O bana ısrarla hemen yatmalısın, ayrıca senin oğlunda da zatürre var onun da yatması gerekir diyor. Ben de bunun üzerine hekime kızıyorum ve ‘önce ben iyileşeceğim sonrasında ona da bakarız’ diyorum, tam ayağa kalkıp dışarıya yönelecekken doktor arkadan ağzıma bir bez basıyor ve beni orada bayıltıyor. 

Bu anlattıklarım benim hayal dünyamda oluyor, aslında gerçekte bana bir maske ile beraber bir narkoz verilmesini ben hayal kurarak doktorun sanki beni zorla bayıltması olarak yaşamışım. Arada bir hafif kendime geldiğimde ağzıma mavi bir plastik ile dilimi kenara itilerek bir yapıştırıcı sabitlemişler ve genzim kuru, sürekli inanılmaz rahatsız edici bir pozisyonda bekletiliyorum. Bir hava veriyorlar kokusu nane şekeri gibi içime her çektiğimde beynimde o koku, o tat birazda alışkanlık yaratmış gibi habire hiç bitmesin bu içimi açan nefes dalgaları diyorum ve içime çekiyorum. Verilen ilaç Plaquenil (hydroxychioroquin), galiba nane şekeri tadında olan ilaç bu. Bu ilaç sıtma tedavilerinde kullanılan klasik bir uygulama. Hekimlerde Covid19 tanımadıkları için bunun tedavisinde hangi ilaç olur hangi ilaç olmaz konusunda pek fikirleri yok. Uluslararası sağlık örgütünün hekimlere tavsiyeleri doğrultusunda sunulan protokolden bakarak bu ilaçları deniyorlar. Dünkü bir haberde istediğiniz kadar vücuda oksijen verin, virüs akciğerlerdeki mekanizmayı bozmuş ise işe yaramıyor. Akciğer de oksijen alımını bloke etmiş ise verilen ilaçlar pek bir etkisi olmuyor deniliyordu. Virüsün en etkin eylemi damar ve solunum kanallarına bir yapışkan gibi yapışarak, doku üzerinden oksijen alış-verişini bloke etmesiydi. Corona konusunda tıp dünyası henüz birçok şeyi bilmiyor, ama şurası kesin: şeker hastalığı, aşırı kilolu olmak, kalp ve damar yollarında sıkıntılı olanlar ve üst solunum yollarında şikâyeti olanlar ciddi bir risk grubu bu virüs bulaştığında. Sigara içenlerde de yine ciddi bir risk söz konusu. Son günlerde evlerine kapananların bazılarının sigarayı bıraktığını duyuyorum. 


Bir taraftan hasta olduğumu biliyorum, diğer taraftan iyileşip eve gitmeliyim diyorum. Bundan dolayı içime çektiğim bu ilaç, her seferinde sevdiklerimi göz önüne getirdiğimde en çokta eşim ve çocuklarım, onlar için hem derin çekiyorum içime hem de her biri için en az 3 kere çekiyorum. Beni mücadelemi güçlü kılanların bu hastalıkta sevdiklerim olduğunun bilincindeyim o an. Her çektiğim nefesi sayabilecek kadar bilinçteyim aslında, ama gözlerim kapalı, bu alemle bağım yok gibi orada yatıyorum.


Covid ile yoğun bakımda birinci gün 

Birinci gün bedenim yatırılmış, gözlerim kapalıyken ilk gördüğüm hayal ben eşim ve çocuklarım balta girmemiş ormanlardan oluşan yemyeşil bir adadayız. Uzaktan gelen tam tam sesleri ve canavar düdükleri ile insanlara bir köprüden geçilmesi gerektiği ve köprüden de sadece virüsleri olmayanların ya da negatif olanların geçebileceğini söylentileri geliyordu kulağımıza. 

Dörtlü sıralar halinde insanlar arka arkaya dizilmiş, ağır ilerleyen bu insan zinciri bir köprünün başını tutmuş, ellerinde baltalar ve kesici el aletleri iri-yarı geniş kaslı zebaniler gibi bekçilere ulaşmamız bayağı zamanımızı almıştı. Bir alet verdiler ağzımıza üfleyin dediler ve üfledik ve hepimiz positif çıkınca köprüden geçirmediler ve bizleri balta girmemiş ormanlara geri gönderdiler. Vahşi bir ormanda kaderimize terk edilmiş insanlar olarak başka çıkış yolları bulmanın peşine düştük. Çok uzun süren bir çabadan sonra dar bir boğazdan yüzerek karşıya geçmek istediğimizde yine engellerle karşılaştık ve tekrar adaya geri yüzmek zorunda kaldık. Çaresizlikler içine gömülmüş insanlardık artık. 


Covid ile yoğun bakımda ikinci gün 

Halen komadayım, beynimde bu sefer artık o ada yok, şimdi de İsviçre’nin Luzern şehrinde bir yerde eşimle beraber bilgi yarışmasına katılmışız ve hedef büyük bir ikramiye. Kim ister bir milyon yarışmasına benziyor ama bizdeki ikramiye bir milyon değil. Son soruda takılıp kalıyoruz ve bütün kazandıklarımızı kaybediyoruz. Hiç mi ama hiç üzüntü yok, sadece bu bir yarışmaydı diyorum ve şansımıza bilmediğimiz bir soru geldi diyorum. Ama arada bir biz bu yarışmaya nasıl başvurduk ve neden girdik soruları da kendime sormuyor değilim. Ama cevabını bulamadığım sorular olarak oracıkta ortada kalıyor. 

Bu arada ben komada tutulurken her 16 saatte bir beni çeviriyorlar. Bunları o koma halinde farkında değilim, ama genzimdeki kuruluk, ağzımdaki tatsızlık durumunu hep beynimde hissediyorum. Bu kötü duruma nasıl düştüm diyorum? Kendi kendime beynimde. Hasta olduğumun bilincindeyim aslında. 


Covid ile yoğun bakımda üçüncü gün 

Sivil Polisler gelip evimizi basıyorlar beni ve eşimi gözaltına alarak sorguluyorlar, ‘biz legal bir ülkeyiz sizlerin legal olmayan yollar üzerinden paralar aktardığınızı tespit ettik ve hiçbir şekilde buna taviz veremeyiz’ diyerek sorgulamaya başlıyorlar. Ben bir karışıklık olduğunu bu kişinin bizler olmadığını iddia edilenlerin hepsini reddediyorum diyorum. Üstümüze atılan suçlama Küba, İran, Kuzey Kore gibi ülkelerle ilişkide olup legal olmayan yollardan işler yapmak ve bunun üzerinden kar sağlamak. Hayatımda bu ülkelere gitmemiş biri olarak yapılan suçlamalardan dolayı hem kızgınlık içindeyim hem de şaşkınlık. Kendi kendime acaba bu gizli tanık meselesi mi? Beni sevmeyen biri böyle bir suçlama yaparak yıpratmak mı istiyor diyorum. Sorguculara şahsıma atfedilen her şeyi reddediyorum diyorum ve bir karışıklık olduğunu tekrar ediyorum. Onlar öbür odaya gidip konuştuktan biraz sonra gelip özür diliyorlar ve bir karışıklık olmuş diyorlar ve bizi serbest bırakıyorlar. Onlara yaşattıkları gerginliğin ve haksız suçlamaların hesabını vereceksiniz diyorum. Yok öyle suçsuz insanları evlerinde apar topar alıp gözaltına alarak haksızca sorgulamanız adaletsizliktir. 


Covid ile yoğun bakımda dördüncü gün

Durumumda hiçbir düzelme yok, tam tersine bağırsaklarda gelişen yeni bir bakteri ayrı bir sıkıntı olarak hekimlerin işini zora sokuyor. Dördüncü gün koma da en kritik gün olarak kayda geçiyor, çünkü hekimler her şey olabilir, hastayı kaybedebiliriz de demişler. Ben bütün bunlardan habersiz kendi zihnimde beni zorla alıkoyan o narkoz doktorunda. Aynı odada bulunan bizlere şöyle sesleniyor: burada 37 kişi şu an tedavi görüyor, sadece iki kişi düzeldi gerisini yeniden uyutacağız ve kaldığımız yerden devam edeceğiz diyor. Ben ve oğlumda iyileşemeyenler arasındayız. Ben bunun üzerine ayaklarımı sürekli yatağın demir parmaklıklarına vurarak protesto ediyorum. Benimle beraber tüm hastalar yatağa bağlı oldukları için sadece ayaklarını kullanabiliyor. Ve herkes ayaklarını yatağın demir parmaklıklarına vurarak büyük bir gürültü kopuyor. Ama koparttığımız gürültü ve protesto işe yaramıyor. 

Nasıl oluyorsa cep telefonum aklıma geliyor ve 117 acile bir mesaj atıyorum: istemimiz dışında bizi burada tutuyorlar lütfen yardım edin kurtarın bizi diye mesaj atıyorum. 

Bu arada maskelerden verilen narkozla beraber hepimiz yeniden uyutuluyoruz 


Covid ile yoğun bakımda beşinci gün:

Kendime geldiğimde yine dilim kenarda ve ağzım genzim kupkuru dayanılmaz bir hal. Polisler benim SMS’den dolayı gelmişler ama doktorlar onları ikna edip geri göndermişler. Nasıl olmuşsa adamın ikna etme gücü o kadar yüksek ki diyorum, polisleri de kandırdı bu adam. O günüm sadece nefes alıp vererek ve bir an önce iyileşme arzusu içinde geçiyor. İyileşmeli ve eve gitmeliyim diyorum kendi kendime. 


Covid ile yoğun bakımda altıncı gün:

Artık dayanılmaz bir hal alıyor bu ağız tadımın bozuk olması ve genzimin kuruluğu. Bu sefer ben yine aynı numaraya aynı içerikte bir SMS daha yolluyorum. Polislerin sesleri ve tartışmalar geliyor sanki uzaktan. Nihayet bizi fark edecek ve kurtaracaklar diyorum kendi kendime. On ya da on beş dakikalık bir tartışmadan sonra polisler gidiyorlar. Gelen sesleri pek anlayamıyorum ama bu seferki üslub sanki bir şeyler olacak ya da bir şeyler gelişecek diyorum kendi kendime. 

O gece askeri Operasyonla bizleri Almanya İsviçre sınırındaki hastahaneden helikopterle karga tulumba yaparak kurtarıp Triemli Hastahanesine getiriyorlar ve medya da büyük bir yankı uyandırıyor. Nasıl oluyor da Almanya’da ki bu hastanelerle İsviçre sağlık sigortası ucuz anlaşmalar yaparak bu sağlık hizmetlerinin ödenmesinin teminatını verilmesi üzerine tartışmalar büyüyor. Bütün bunları takip eden ben hem mutlu oluyorum hem de bir haksızlığı açığa çıkarmış biri olarak kendimle gurur duyuyorum. 

Bu arada şunu da izah edeyim, Trimlie Hastahanesine her gün helikopterlerle hastalar getiriyorlar. Entube haldeyken duymuş olabileceğim helikopter sesi de hayal gücüme askeri operasyon yapılıyor olarak yansımış olabilir. Dış etkenleri dışarıdan gelen seslere de komada ki bir kişi zihninde bendeki olduğu gibi ya da başka şekilde tepki verebiliyor. 

Verilen ilaçların etkisinden dolayı özellikle de narkozun sürekli verilerek beni sunni komada tutmalarının yan etkisi olarak hayal dünyam daha da derinleşiyor. 


Covid ile yoğun bakımda yedinci gün:

Deliryumun etkisi gitgide kendini daha güçlü hissettiriyor. Bulunduğum yerde beni tutuyorlar, çünkü en son federal devlet raporunda Triemli Hastanesini ekonomik açından ve yönetim olarak başarısız bulunmuş. Bunu fırsat bilen zenginler hastahaneye büyük miktarda bağışlarda bulunarak karşılığında kendi organ dokularına uygun kişilerin tespit edilip hastahanede tutularak onların organlarından 3D boyutlu organlar üreterek yaşlanmış veya hastalanmış zenginlerin hayatlarını daha uzatmak ve daha kaliteli yaşamaları için bir ünite kurmuşlar ve karşılığında da 6 rakamlı bağışlar alarak yeni bir sektöre zemin yaratmışlar düşünceleri içinde buluyorum kendimi. Kendi bedenimi sağlıklı bulan biri olarak benim bütün verilerimin onların ellerinde olması ve bu verilere göre listede bekleyenlere haber vererek bu durumdan fayda sağlamaları sürekli zihnimi meşgul eden konulardan bir tanesiydi. Modern zamanların yeni sağlık sektörü artık sipariş üzerine organ üretip satarak işletmenin gelir hanesini daha da yukarıya çekmek derdinler diyorum kendi kendime. Bir çeşit hem yeni sektör hem de yeni tür bir organ mafyacılığı diyorum içimden. Yoksa bunlar beni burada neden bu kadar tutsunlar? 


Covid ile yoğun bakımda sekizinci gün:

Orta yaşlarda bir adam getiriyorlar, adam 40/50 yaşlarında, yıllardır yalnız ve hayatında hiç kimseyi sevememiş ve hep yalnız yaşamış, çok paralar kazanmış ama kendine yol arkadaşı olacak hayatı paylaşacak birini bulamamış, onunla nasıl birinin dizayn edileceğini, hangi özelliklere sahip olması gerektiği üzerine mutabakata varmaya çalışıyorlar. Her şeyi duyuyorum ve ‘aman Allahım diyorum, hayat artık bundan sonra böyle mi tasarlanacak?’ Parası olana sağlıklı uzun bir ömür ya da beraber yaşayabileceği bir partner ya da daha da ileride bir siparişi verir gibi değişmesi gerekecek organların üretiminin yapılacağı mekanlara dönüşecek bu hastahaneler. Yaşamlar bu dünyada zenginlere göre tasarlanıyor ve sunuluyor. Parası olmayanın vay haline. Tamamen ticari bir sektöre dönüşen hastahaneler bir taraftan sağlık hizmetleri verirken diğer taraftan da özel bir sektör gibi çalışıyorlar. Bu adama benden doku örnekleri alıp verirler diye tedirgin oluyorum. Bu sistemin bir malzemesi olarak kullanılmaktan korkuyorum. 


Covid ile yoğun bakımda dokuzuncu gün:

Bedenim yorgun sürekli verilen ilaçların etkisini beynimde hissediyorum, nane kokulu oksijeni durmadan içime çekiyorum, ne zaman bitecek bu durum diye uyku halindeyken zihnime soruyorum? Hayal dünyam bugün sürekli dizayn edilen organlar ve insan modeli üzerine takılıp kalıyor. Adamlar burnumuzun dibinde laboratuvar kurmuşlar hiçbir şeyden haberimiz yok diyorum. 

Bedenim her 16 saatte bir çevriliyor bu arada. Sunni komada yapılan bir uygulamaymış. Benim bedenime her dokunulduğunda ben bunu görmesem de hisseden biri olarak her çevrildiğimde ‘çevir kebabı yanmasın’ misali daha derinlerde olan hayallerimde kesintiler oluyor ve yeni bir hayal dünyasına giriyorum. Kendimle ilgili ne kadar bilinçaltımda meseleler varsa devreye giriyor benimle oyunlar oynuyordu. Bu oyunları ben gerçekmiş gibi yaşıyor ve sürekli bir mücadele içindeyim. 


Covid ile yoğun bakımda onuncu gün: 

Bugün ateşim yükseliyor ve bunu ya ikincil enfeksiyon diye ya da artık vücudumun bedenimdeki bakterilere karşı son savaşı olarak yorumluyorlar. Bundan dolayı pek dokunmuyorlar ve ilaçlarla müdahale etmiyorlar ve ben gerçekten yüksek ateşle beraber meydan savaşına çıkmış askerlerinin hepsini savaş alanına sürmüş bir komutan olarak son muharebemi yapıyorum. Bir süre sonra ateş düşüyor ve beni yavaş yavaş uyandırmaya karar veriyorlar. Ve beni uyandırıyorlar. Uyandığımda ‘telefonda eşiniz var’ diyorlar, ‘konuşmak ister misiniz’ diye soruyorlar? Ben de başımı sallayarak ‘evet’ diyorum. Eşimin sesi gayet net ve iyi geliyor. Ona Almanca ‘bunlara güvenme’ diyorum, ‘bunlar Hipokrat yemini yapmış tüccarlar’ diyorum. ‘Hele yanı başımda ki doktora hiç güvenme’ diyorum. O da ‘neden öyle söylüyorsun, onlar sana çok yardım ettiler ve sen şu an sadece iyileş eve gel yeter’ diyor. Ben de ‘bu işler başımıza neden ve nasıl geldi? Ben aslında her şeyi biliyorum, ama şimdi telefonda anlatamam’ diyorum ve görüşmeyi bitiriyorum. 

Yoğun bakımda geçen on günle beraber Covidli günlerim tam 18 gün oldu. Bunun 10 günü yoğun bakımda geçirmişim. Uyandığımda yoğun bakımda olduğumdan haberi olmayan biri olarak sanki yarın iyileşip yarın evime çocuklarımın yanına gidecekmişim bir düşünce var hep zihnimde. 


Covid ile on dokuzuncu gün

Gelen giden hasta bakıcıları, doktorlar ve diğer sağlık personeli kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlar, bazılarının özellikle de kara saçlı kara gözlü olanların ötekilerden birileriyle Türkçe konuştuğunu duyuyorum, kendi kendime ‘burada da bu dili bilenler var’ diyorum. Hemşire bana doğru geldiğinde ona Türkçe bir şeyler söylüyorum, ama bana beni anlamadığını ve bu konuştuğum dilin hangi dil olduğunu soruyor. Ben de kendisine az önce sen ayak üstü diğeriyle bu dilde konuştun ya diyorum. O da hayır ben sadece o iş arkadaşımla nöbet devir teslimini Almanca konuştum diyor. Bunun üzerine şüphem artıyor ve Almanca konuşmaya devam ediyorum. Bir şey olmamış gibi başımı sallıyorum. 


Covid ile yirminci gün

Ateşim düşüyor ve kendimi toparlamaya çalışıyorum. Çok az uyuyabiliyorum, uykuya daldığım anlarda da sadece kabuslar görüyorum. Kabusların çoğunda da beni bedenimi tehdit eden durumlarla ve sürekli bir mücadele halindeyim. Bazen bir çölün ortasında kale gibi etrafı taşlarla örülmüş küçük bir yerleşim yerindeyim. Çölden gelen sıcak rüzgârın yüzüme vurduğu ve benim gibi köye yabancı üç dört kişinin olduğunu görüyorum. Yerliler korku halindeler, çünkü dışarıdan gelen çapulcuların köyü talan edip özellikle de kadınları kaçırdıklarından bahsediyorlar. Bu kadınları kendilerine köle yapıyorlarmış. Bize bakan kadınların sadece gözleri görünüyor yüzleri ve bedenleri örtülü. Bana bakan ve ilgilenen kadına soruyorum buralı mısın? O da sadece gözleri ile onaylıyor. Ve beklenen saldırı oluyor, bağrışmalar ve çığlıklar. Ben ve bana bakan badem gözlü kadın kendimizi gizleyerek bu saldırıda onların ellerine geçmeden kurtuluyoruz. Birden uyanıyorum. Bu da bir kâbus diyorum. 


Covid ile yirmibirinci gün

Bana bakan yardımcı hemşireye ne zaman eve gidebilirim diye soruyorum: bana bu durumda gidemezsiniz diyor ve ekliyor “Siz galiba ne kadar ciddi bir enfeksiyon ile mücadele ettiğinizin farkında değilsiniz” diyor. İlk defa hastalığımın ne kadar ciddi bir boyutta olduğunu birinden duyuyorum. Her sabah uyandığımda “Meral bey şu an neredesiniz” sorusunu; “Triemli hastahanesi yoğun bakım ünitesindeyim” dediğimde başlarını sallayarak her şey yolunda dercesine bir gülümseme ile karşılaşıyorum.


Covid ile yirmi ikinci gün

Yine ilk soru: “Meral bey şimdi nerede olduğunuzu biliyor musunuz?” Ben de “Evet dün size söylemiştim” ya diyerek espri yapıyorum. Onlar da “dün ne demiştiniz?” “Triemli hastahanesi yoğun bakım ünitesindeyim” dediğim de karşılıklı gülümsemeler. Durumum hızlı ve iyi bir şekilde iyiye gitmesi hem onları sevindiriyor hem de beni. Bana üç gündür bakan erkek hasta bakıcının hakkını yememem gerekiyor, gerçekten işinde çok iyi birisi. Bir taraftan ilaçların dozajını ayarlarken, diğer taraftan benimle ilgili hayatımla ilgili sorular sorarak sürekli temas halinde. Zaman zaman bütün yaşadıklarımı ve içinde bulunduğum durumu hiç mi ama hiç aklımdan dahi geçiremediğimi ve güçlü bir insan iken ne hale geldiğimi söylediğimde, kafasını sallayarak bu zor günleri atlatacağımı ve iyileşmeye doğru gittiğimi söylüyor bana. Ben de kendisine beni hayatta tutan gücün eşim, çocuklarımın ve beni seven insanların olduğunu söylüyorum ve durduramadığım göz yaşlarımı o bir mendille siliyor. Bana son üç gündür benimle konuşurken bende dikkatini çeken şeyin, duygularını bu kadar net ve gizlemeden gösteren nadir erkeklerden biri olduğumu söylüyor. Benim nezdimde ilk defa bir erkeğin duygularını çekinmeden bu kadar net ifade eden biri olduğuma şahit olmuş. Beni tanıdığına benden bugüne kadar daha hiç duymadığı ve dile gelmemiş bilgiler ve fikirleri duymaktan çok memnun olduğunu söylüyor. Psikolog ve Psikoterapist olmanın getirdiği bilgi ve yaşam birikimi etkisini göstermiş. Anladığım kadarıyla 3 gün boyunca o kadar çok şey anlatmışım ki, bir kısmını hiç hatırlamıyorum, bu anlattıklarıma dair bunları söylüyor. Bana akşam üstü yoğun bakımdan çıkacağımı ve “gözetim istasyonuna” sevk edileceğimi söylüyor. Orada da durumum hızlı ilerlerse dört ya da beş gün içinde eve gidebileceğimi söylüyor. Bundan dolayı bugün bir iki kere egzersiz yapalım diyor. Beni ilk defa yatar pozisyondan yatağın kenarında oturur pozisyona getiriyor. Daha on dakika dolmamış ben nefes nefese sanki dik bir yokuş çıkmış gibi nefes nefese kalıyorum. İnanılmaz bir yorgunluk ve bitkinlik. Kendimde bu duruma çok şaşırıyorum. Nasıl olur bu böyle? Ve hemen uzanmam gerektiğini söylüyorum. O gün tam üç kere oturma egzersizi yaptım her seferinde on dakika bile oturamadığımı tespit ettim. Hasta bakıcım bana bunun normal olduğunu ama şunu unutmamam gerektiğini ekledi: artık bundan sonra hızlı iyileşmek istiyorsan oturarak başarabilirsin bunu. Uzanarak yatarak kalırsan uzun sürer iyileşmen diyor. Bu uyarıyı aklımın bir kenarına koyan ben her fırsatta hemen yatağın kenarına oturup, derin nefes alıp verme egzersizleri yaparak güç kazanmaya çalışıyorum. Burundan nefesini derin içine çekerek ağızdan vererek oturma pozisyonumun süresini biraz daha uzatmaya çalışıyorum. 


Covid ile yirmi üçüncü gün

Bu sabah yine oturarak nefes nefese kaldığımda artık yirmi dakika kalabildiğimi gördüm. Beni bu durumda gören hasta bakıcım ‘Mehmet maratona mı çıktın?’ diyerek beni takdir ettiğini söyledi. Akşama doğru diğer bölüme geçeceğimi söyledi. Bundan dolayı da bugün ilk defa ayağa kalkma ve bir adım atma egzersizi yapacağımızı söyledi. Ayağa kalkmak istediğim de tek başıma kendi gücümün olmadığını onun benim koluma girerek belimden kavrayarak ayağa kaldırdığında dik durmamı söylemesiyle benim yatağa yığılmam bir oldu. Henüz hazır değilim diyorum. Ama öylede böylede ayağa kalkmalıyım diyorum. İki dakika sonra ‘haydi bir daha deneyelim’ dedim. Bir daha denedik ve 15 saniye ayakta kalabildim ama sadece onun desteğiyle, on beş saniye içinde bacaklarım zangır zangır titremeye başladı ve ben dehşet bir yorgunlukla yeniden yatağa yığıldım. Her egzersizde nefes nefese kaldığımı görüyordum. Ama kendi kendime hep o sözü hatırlatıyordum: çabuk toparlanmak istiyorsan uzanarak olmaz, oturarak olur. Oturma egzersizlerimi daha sıklaştırarak uzatmaya çalışıyordum. Diğer taraftan ‘yahu bu nasıl bir hastalık böyle? Zatüre oldum ama beni bu kadar yıkacağını hiç düşünememiştim’ diyorum. Akşam saati geldiğinde beni gözetim istasyonuna sevk ettiler. İki kişilik bir odada kalıyorum. Benimle kalan kişinin aramızda uzun bir perde çekmişler. Ziyaretlerin yasak olduğu bu hastahanede nedense bu kalan kişinin 12 yaşında bir oğlu ve eşi de odada gibi düşünüyorum. Sebebi de bu kişinin yeğeni hastahanede hemşire ve onun torpiliyle böyle bir kıyak çekmişler adama diyorum kendi kendime. Sabaha kadar uyuyamadım çünkü bu kişinin sadece horlaması arada bir öksürmesi uyurken de tuhaf sesler çıkarması beni bayağı rahatsız etmişti ve aynı odada sanki dört kişi kalıyoruz duygusu tedirgin etmişti. Tüm direnmeme rağmen sabah saat 5 gibi direncimin kırılmasıyla ben de uykuya dalmışım.


Covid ile yirmi dördüncü gün

Hasta bakıcı yeğeni dayısı ile konuşurken uyanıyorum. Arada bir sanki Türkçe duyuyorum yine. Bunlar da galiba bizim oralı diyorum. Perde aralandığında benden daha yaşlı biri olduğunu tespit ediyorum. Türkçe bir şeyler söylüyorum ama o az buçuk Almancasıyla bilmediğini söylüyor. Sonra ona onu bir futbolcuya benzettiğimi söylüyorum, ‘sen o musun’ dediğimde sadece kafasını evet dercesine sallıyor. ‘Vay be’ diyorum ‘evet bu Gökdeniz Karadeniz’ diyorum. Gökdeniz Karadeniz ama geçen yıl evine giren hırsızlarla bir boğuşma anında balkonda aşağı atılarak ölmüştü diyorum. Demek ki burada belli bir para karşılığında yeniden organlar yapılarak insana can veriyorlar diyorum. Evet yoğun bakımda duyduklarım, gördüklerim ve bildiklerim doğru diyorum. Bu hastahanede parası olanlara yeni organlar yaparak yeniden hayat veriyorlar diyorum. Gökdeniz ismini ona söylemden Almanca bol sadece şifalar diyorum. 


Covid ile yirmibeşinci gün

Yine sabaha kadar uyuyamadım, aynı odayı paylaştığım kişi o kadar berbat uyuyor ki sürekli değişik sesler çıkarıyor ve horluyor. Bir odayı biriyle paylaşmak ne kadar zormuş. Hasta bakıcılar geldiğinde ‘odamı değiştirin’ diyorum, ‘ben burada uyuyamıyorum’ diyorum. Onlarda sebebini sorduğunu anlatıyorum, bana tamam diyorlar öğleden sonra haber vereceklerini söylüyorlar. 

Öğleden sonra beni başka bir odaya veriyorlar. Gediğim odada saat 15:00 gibi yine biri daha var ama o derin uykuda, en azından bu horlamıyor diye seviniyorum. Bir saat sonra o kişi hasta bakıcılar tarafından uyandırılıyor. İlaçları veriliyor ve benim odada olduğumu geç fark ediyor odayı paylaştığım kişi. Bir telefon geliyor ve Türkçe konuşuyorlar. Bu sefer diyorum kulaklarım ama bu sefer yanlış duymadı, bu görüşme baştan sonuna kadar Türkçe yapıldı. Telefon görüşmesi bitince göz göze geliyoruz: ben ‘merhaba’ diyorum. O da bana merhaba dedikten sonra ‘sen nerelisin?’ diye soruyor. Ben de ‘aynı yolun yolcusuyuz’ dediğimde gözlerinin içi parlıyor: ne güzel söylediniz ya. Kaç gündür bu delikteyim nihayet bana beni hatırlatan bir söz duydum diyor. Kendisi altmış dokuz yaşında 40 yıldan fazladır Zürih’te yaşayan Türkiyeli bir göçmen. Bundan üç dört ay evvel kendinin ve eşinin apar topar evden alınıp hapishaneye atıldığını ve aylardır hapiste kaldığını, eşinin iki hafta önce eve gönderildiğini ve kendisinde o günden beri hapiste tutulduğunu söylüyor. Ben kendisinin yaşının bayağı yüksek olduğunu hapishanelik ne yaptığını soruyorum. Ben de bilmiyorum diyor, bana da söylemediler ama hapiste bir süre daha kalacağını söylemişler ona, buradan taburcu olduktan sonra geri hapishaneye göndereceklerini söylüyor. O gün sık sık bana adımı soruyor ve hemen unutuyor. Bugün sana ismimi en az beş kere söyledim dediğimde, “Bende kafamı var, kusuruma bakma” diyor. Geçen zaman zarfında aslında onda Alzheimer (erken bunama) başlangıcı olduğunu fark ediyorum. Saat başı bir insana sürekli adı soruluyorsa buda ayrı bir boyut kazandırıyor odayı paylaştığınız kişiyle. Alzheimerli biriyle yaşamanın zorlukları yavaş yavaş bana ulaşıyor. Gerçekten sabır ve güç isteyen bir durum. Eşi ve kızı telefonda kendilerini sürekli tekrarlamak zorunda kalıyorlar ve sabırla onu dinleyerek yapması gereken şeyleri tane tane yılmadan yorulmadan anlatıyorlar. 


Covid ile yirmi altıncı gün

Güne hasta bakıcıların rutin işlerinin yapmasıyla başlıyoruz. Tansiyon ölçüyor, ateşime bakıyorlar, kan basıncını yazıp beni ellerindeki ıslak hijyenik bezlerle her yerimi siliyorlar duş yapamadığım için. Hastahaneye geldiğim günden beri hiç duş yapmadığımı söylüyorum, bana yarın yaparsınız dediklerinde inanamıyorum, “gerçekten mi” diyorum. Kafasını sallayarak ‘evet’ diyor. Hala sonda üzerinden mamadan besleniyorum ve normal yemeğe geçemedim için biraz beklemem gerektiğini söylüyorlar. Kahvaltı geliyor. Kahve, tereyağı, reçel ve ekmek. Kahveyi özlemişim, önce kahve ile başlıyor ve ilk kahvaltımı yapıyorum. Silip süpürdüğümü gören hemşire, akşam yemeğinde normal yemek yiyip yiyemiyeceğimi soruyor, ben de gelecek olan yemeğe bağlı diyorum ve menüde ne var diye soruyorum. Akşama Brokoli çorbası, tavuk göğsü ve pilav diyor. Tamam diyorum. 

Aksam yemeği geldiğinde çorbayı severek yiyorum. Tavuk göğsü taş gibi olmuş, pilav tam pişmemiş. Onlardan çok az yiyorum. Bebek maması zaten sonda üzerinden bağlı ve sürekli veriliyor. Açlık duygum çok olmuyor. Ama onlara mümkünse bana sade yoğurt getirmelerini söylüyorum. Mutfak bana ertesi gün ne yiyeceğimi sorduğunda bütün tatlıları iptal edip sadece yoğurt istiyorum. Benimle odayı paylaşan kişiyle sohbet arada bir başlıyor ve bitiyor: kendisi Türkiye İç Anadolu bölgesinden, dedeleri yıllar önce doğudan sürgün edilmiş Kürtlerden. Kürtlerin tarihinden Dersim coğrafyasına oradan Avrupa’ya göçü ve içinde bulunduğumuz durumun değerlendirilmesine dair her şeyi konuşuyoruz. Bir ara bir doktor geliyor ve ona hapishane nasıl diye soruyor? O da gördüğün gibi işte? Doktor ona hapishane olmasaydı bugün yaşayamazdın dediğinde, ben de jeton düşüyor. Meğer hastahaneyi hapishane diye metafor olarak kullanıyormuş. Her kaldığı günü de bir ay olarak görüyor. O da benim gibi bir deliryum içinde. Herkes kendi hayal dünyasına göre kendi deliryumunu yaşıyor demek ki diyorum. Doktor gittikten sonra ona hastahaneyi neden hapishane olarak söyledin bana diyorum, hapishane burası görmüyor musun? Hiçbir yere çıkamıyorsun, hiç bir şey yapamıyorsun. Ama eşinde buradaydı diyorum, evet onu erken bıraktılar, çünkü onun bir kabahati yoktu diyor. Aslında benimde yok, ama neden beni burada tutuyorlar ben de bilmiyorum diyor. 


Bu arada odaya giren bütün sağlık personeli baştan ayağa kadar koruyucu kıyafetlerle gelip gidiyorlar. Çok titiz ve tedbirli çalışıyorlar. Onlar girdiklerinde odaya bizlerde maskelerimizi takma zorunluluğu getirmişlerdi.  


Covid ile yirmi yedinci gün

Yine rutin işler. Bugün fizyoterapi geliyor. Gecen zaman zarfında ben sürekli oturmaya çalışıp nefes alıp vererek güçlenmeye çalışıyorum. Fizyoterapist İtalyan kökenli Zürih’te büyümüş ve bizim bölgenin insanlarıyla amatör ligde futbol takımlarında top oynamış ve bizleri gayet iyi anlayan ve hisseden birisi. İsmi Alfonso olan bu fizik tedavici, ‘bana Ali de diyebilirsiniz’ diyor. Beni top oynadığım takımda böyle çağırıyorlar diyor. Ben de ona haftada bir kere senyorlarla (yaşı 45 üzeri olanlarla) futbol oynadığımı söylüyorum. Ali beni ayağa kaldırıyor ve çok rahatlıkla adımlar attığımı görüyor ve hayretler içinde bu kadar çabuk nasıl ilerlediğimi soruyor. Ben de yatağın kenarında sürekli oturarak egzersiz yaptığımı söylüyorum. Ali beni ayağa kaldırdığında adımlar atmamı söylüyor. Ben de adımlar atarak, bir sağa bir sola ona ne kadar iyi olduğumu göstermeye çalışıyorum. Sonrasında Ali’ye Hakkari Yüksekova Youtube de bir düğünden erkeklerin büyük bir uyum içinde yaptıkları halayı gösteriyorum. Bu halaya bakarak adımlar atmayı yeniden denediğimi ve zihnimde olan şeyi uygulamaya çalıştığımı bundan dolayı da sağlı sollu adımları daha rahat attığımı söylüyorum. Ali de hayranlıkla izliyor ve evet bizim Sicilya’da da bu tür düğünlerde böyle oyunlar olduğunu söylüyor. Kısacası bizim halayların adımlarını fizyoterapiye adapte ederek ayağa kalkmada ve adım atmada daha hızlı bir şekilde güçlendiğimi söyleyebilirim diyorum. Arada bir kalkarak müzik eşliğinde halay çekerek adımlarımı güçlendirmiştim. Ali’yle orada müzik eşliğinde küçük bir halay çekiyoruz. Al sana fizyoterapi diyorum. Ali baş parmağını kaldırarak ‘harika’ diyor. 

Öğlen yemeği geliyor. Normal yemeklere geçtiğimi fark ediyorum. Özellikle yutkunma refleksimin güçlendiğini ve yutkunma esnasında nefes borusuna kaçacak bir durumun olmayacağını görüyorum, bunu hasta bakıcılarda tespit ediyorlar. Yoğun bakımda uzun süre kalanlarda uyandıktan sonra yutkunma refleksleri kullanılmadığı için yeme ve içmede ciddi sıkıntılar yaşanılıyor. Özelliklede nefes borusuna sıvı kaçma riski yüksek olduğu için bütün içecekleri bir pudra ile katılaştırarak veriyorlar. Öğleden sonra biraz uyku basıyor ve uyku esnasında burnumdan bağırsaklarıma kadar indirilen sondayı çıkarıp yatağın kenarına atmışım, ama bunun hiç farkında değilim. Hasta bakıcı gelip durumu gördüğünde hemen doktora bildiriyor. Ben de ‘farkında olmadan yapmışım’ diyorum. Sondayı yeniden takmaları için öteki doktorun gelmesi gerekecek diyorlar. Ama tam da Paskalya tatilinin ortasındayız ve bunun zor olacağını, çünkü herkes tatilde diye ekliyorlar. Paskalya tatili bitene kadar bebek maması olmadan beslenmem gerektiğini söylüyorlar. Ben de tamam diyorum, iyi beslenmem için bana her gün bir kilo yoğurt getirmelerini söylüyorum. Onlarda tamam diyorlar. Günler geçtikçe mutfaktan aradıklarında bana “yoğurtçu” lakabını taktıklarını ve benden başka hiç kimsenin bu kadar yoğurt yemediğini söylüyorlar. Bana bakan Sırp kökenli hasta bakıcı kadın benim sondayı çıkarıp atmamın iyi bir mesaj olduğunu, aslında bir an önce normale dönüp eve gitme arzumun bir yansıması olarak algıladığını söylediğinde ona itiraz etmeden ‘evet olabilir’ diyorum. Kim evine gitmez istemez ki? Benden ve yanımdaki kişiden burun ve gırtlak bölümünden numune alarak Covid 19 pozitif ya da negatif mi bilmek istediklerini bunun aynı zamanda Federal Sağlık Bakanlığının bir uygulaması olduğunu söylüyorlar. Bizlerde numuneyi vererek bakalım bu kadar tedaviden sonra sonuç ne çıkacak diyerek beklemeye başlıyoruz.


Covid ile yirmi sekizinci gün

Yine sabahın rutin bakım işlerinden sonra doktor viziteye geliyor, geldiğim günlerden bu yana bütün değerlerimi kontrol ettiğini durumumda hızlı bir düzelme olduğunu söylüyor ve yarın eve taburcu edebileceklerini söylüyor. Ayrıca dün alınan numunede benim Covid19’un artık negatif olduğunu ve bunun da eve gitmemde sakınca olmadığını ekliyor. Bende sevinerek güzel bir haber diyorum. Yan tarafta bu konuşulanlara şahit olan bizim iç Anadolulu diğer hasta, ben ne olacağım diyor, ben ondan önce geldim buraya ben ondan önce başladım normal yemeğe, doktor ona da geleceğini söylüyor. Sonrasında onunda benimle beraber taburcu olduğunu söylediğinde, çocuklar gibi seviniyor. Herkes gittikten sonra bana benim bu odaya bilerek getirildiğimi ve bu projenin bir parçası olduğumu söylüyor. Bende hangi proje diyorum? Ne bileyim sanki sen gelince bir başka oldu burada herkes. Hemşireler artık gardiyan gibi değiller, senin gelmen sanki her şeyi hızlandırdı ve beni de buradan çıkarmanın bir parçası gibi yaşıyorum her şeyi. Kendisine benim derdim bana yeter bir başkasının durumuyla neden uğraşayım ki diyorum ve konuyu kapatıyorum. Bir odaya iki deliryum geçirmiş insan çok geliyor. Deliryumun etkisiyle o da ne dediğini bilmiyor. 

Bütün hortumlardan ve bağlı olduğum kablolardan beni arındırıyorlar. Uzun zaman olmuş bu kadar kendimi özgür hissetmemiştim. Artık rahatlıkla tuvalete gidiyor lavaboda yüzümü yıkayıp dişlerimi fırçalayabiliyorum. Öncesinde her şeyi hasta bakıcılar yatağa getirip orada hızlıca hallediyorduk.


Covid ile yirmi dokuzuncu ve son gün

Sabaha kadar uyuyamadım, hasta bakıcılardan sakinleştirici ilaç istedim ama faydası pek olmadı. Zihnimde eve gideceğimin heyecanı ile uyku da tutmadı. Hani bazen sevinçle sevdiklerinizin yanına tatile gideceğinizde o gece uyku tutmaz ya, bu sefer ki böyle bir durum. 

Sabah saat sekizde hasta bakıcılar gelip yine rutin bakım ve ölçümlerini yapıyorlar. Covidsiz ilk günümde eve gitme heyecanıyla beraber dakikaların ağır geçmesi ve sanki zaman durmuş gibi geliyor. Nihayet saat 10:00 oldu. Hasta bakıcı gelip içeri girdiğinde ben sivil kıyafetlerimi giyinmiş hazır ve nazır bekliyorum. Sanki tahliyesini bekleyen bir mahkûm gibiyim. Bütün kıyafetlerimi siyah bir torbanın içine koydular ve eve vardığımda hepsini yıkamamı ve üstümdekileri de yıkamamı söylediler. Aşağıda bekleyen sevgili eşim, oğlum ve kızıma ulaşmam yirmi dakika sürüyor. Onlarla kucaklaşıp evin yolunu tutuyoruz. Eve geldiğimde ilk yaptığım her zaman uzandığım köşemde biraz dinleniyorum. Evde olmanın huzuru ve sükûneti içinde mutluyum. 

Arada bir tüm yaşadıklarımı zihnimde bir film şeridi gibi geçiriyorum ve kendi kendime galiba bu bir hayaldi, ben bunların hiçbirini yaşamadım ve hiç hasta olmadım aslında diyorum. Çünkü yaşadıklarıma inanamıyorum. Sanki gerçekten bu yaşadıklarım gerçek değilmiş gibi kendimi yokluyorum. Geçen zaman zarfında ne oldu ne bitti tam bilemiyorum, bir taraftan sevgili eşim, diğer taraftan oğlum ve kızım beni pür dikkat dinlerlerken tamamlayamadığım, zihnimde kalan boşlukları sakin bir tonla anlatarak ne oldu ne bitti bana uzun uzun anlatarak tamamlamaya çalışıyorlar. Üçte birini hatırlamıyorum. Deliryumda olduğumu yavaş yavaş anlıyor ve komadayken zihnimde geçenlerin benim bilinç altımın bana oynadığı oyunlar olduğunu yavaş yavaş anlıyorum. Üzdüğüm ve kaba davrandığım sağlık personellerine üzülüyorum. Ne kadar anlayışlı ve profesyonel çalışan insanlarmış diyorum kendi kendime. 

Yoğun bakım ünitesi olsun gözetim istasyonu olsun sağlık personelinin can ve başla çalıştığını ve çok özverili olduklarını söyleyebilirim. Buradan onlara emekleri için, hizmetleri için yeniden teşekkür etmek istiyorum. 


Zaman zaman duygusal anlar yaşadığımda, gözyaşlarına boğulduğumda onların sıcak ilgisi ve bakımı kolay unutulacak bir şey değil. Duygusallığım evde de birkaç gün devam etti. 


Covid 19 damla ile bulaşıyormuş, göz yaşı da damla sonuçta: Covid 19 damla ile bulaşıyorsa peki neden bu kadar ağlıyoruz? diye saçma bir soru geçiyor zihnimden. Acaba ağlayarak Covid vücuttan çıkar mı? Bu sorularda yine deliryumun etkisiyle oluyor. Eve geldiğim ilk günlerde odada her biri işaret parmağı büyüklüğünde uçuşan Moskitolar görüyordum. Onlarda üçüncü günden sonra kayboldular. Onların gitmesiyle beraber benim deliryumda artık bitmişti. Şu andan itibaren deliryumun etkisinde olmadan aklımın yettiğini görmek ve yaşamak ayrı bir güç veriyor. 


Üstünüze geçirilmiş bir önlükten başka hiçbir şeyiniz, ne bir külot ne de atlet. Sağ kolunuzudaki ana damara geçilimiş bir iğne ve dört farklı ana vano, her birine bağlanmış bir serum, bu da yetmezmiş gibi şahdamarınıza takılmış bir katater (ana iğne) ona başlı yine en 3 ana vana. İlaçlar hergün en az üç kere buradan bedeninize steril bir şırınga ile basılıyor. Tepede bir serum, üstündeki yazıyı okumaya çalışıyorum, uyandırıldığımdan beri gözlerim bulanık görüyor. Yazıyı sanki ‘Coronatöter’ diye okuyorum. Haa anladım diyorum bunlar bu serumu sürekli bana vererek geride kalmış olan corona virüslerini temizliyorlar diyorum. Serumun hemen yanında bebek maması. Burnumdan yemek borusuna oradan mideye ve ta oniki parmak bağırsağına kadar indirilmiş bir sonda. Mama ile beslenebiliyorum. Entubeden dolayı ağzım açık kaldığı için boğaz bölgemde bütün refleksler kaybolmuş. Yutkunma refleksleri tamamen kaybolmuş. Yutkunamıyorum. Dilimin üstünde beyaz bir pas. Verilen ilaçlardandır diyorum kendi kendime. Parmağımla dilimin yüzeyine dokunuyorum, hiçbir şey hissetmiyorum. Dilim ağzımda sanki yabancı bir et parçası. Hiç his kalmamış. Her gün üç kere plastik poşetler içinde hijyenik diş fırçaları ile dişlerimi fırçalamaya çalışıyorum. Büyük bir dikkatle yaparken arada bir fırçayı dilimin üstündeki pasa sürterek bunu çıkarmaya çalışıyorum, ama nafile. Meret sanki inatçı bir badana gibi öyle beyaz duruyor. Bir türlü gitmiyor. Geceleri uyumaya çalışıyorum nafile. Sürekli genzim ve ağzım kuruyor. Su içmek yasak. Dikdörtgen şeklinde kesilmiş başparmak büyüklüğünde uzun elmalı şeker çöplerine geçirilmiş ve yine hijyenik ambalajlarda verilen süngerleri bir bardaktaki suya daldırarak ıslak şekilde ağzıma koyduğumda bir anlık rahatlama geliyor ama 1-2 dakika sonra nafile, yine genzimde yanmayla karışık berbat bir kuruluk. Bunun yüzünden uyumadığımı söyleyebilirim. Bu nasıl bir hengâme bu nasıl bir eziyet böyle kelimelerle anlatılacak gibi değil, kişi bunları ancak bedeninde yaşarsa anlayabilir. 

Almanya da entübe edilen her iki hastandan biri yaşamını kaybediyor, İngiltere de bu rakam %68. İsviçre için rakamlar henüz net değil. Entübe edildiğinde reel olarak hayatta kalma çansın sadece %50 denebilir. 




Uzun süreli Covid19 semptomları

Uzmanların 1500 kişide yaptıkları gözlemlerde, uzun süreli Covid19 yan etkileri hastalarda şu şekilde gözlenmiştir:

·Saç dökülmesi

·İshal, güçten düşürebiliyor, 

·Yorgunluk

·Göğüs ağrısı

·Uykusuzluk

·Halüsinasyonlar

·Ayak parmaklarında bezeler ve lezyonlar

·Üşüme ve titreme

·Ruh ve sinir hastalıkları, kafa karışıklığı, asabiyet

·Bilişsel sorunlar, hafıza kaybı,

·Solunum sorunları

·Kas ve vücud ağrıları

·Taşikardi, kalbin 100 den fazla atması

·Kusma

·Kalp ritim bozuklukları



Covid 19 bizlere ne getirdi bizlerden ne götürdü?

Dışarı çıkma yasağı ile beraber insanların evlerinde kalmaları birbirlerine daha fazla zaman ayırmaları ve birbirileriyle yakınlaşmalarına sebep oldu diyebiliriz. Gelişmiş teknoloji ile görüntülü görüşmeler birbiriyle daha yakından ilgilenmeler, eksilmiş ilişkileri tamamladı sanki ve insanlarda bir sosyal ilişkilerde yeni bir durum yarattı. Özelliklede yoğun bakıma giren birinin daima ölüm tehlikesinin kıyısında gezinen biri olarak geride kalanlara düşünme, hissetme ve öldükten sonra hiçbir şeyin anlamı olmadığını hatırlatması, onlarda aralarına koydukların mesafenin kısalmasını sağladı diyebilirim. İnsanlar nasıl bir hayat istediklerini daha çok bilince çıkarma çabasına girerek kendileri için daha değerli olan her şeyle temas kurmaya başladılar. 

Her gün gelen rakamlar sayılar somut olarak bir şey ifade etmese de bazıları için ölümün bu kadar yakınımızda olması duygusu bu alemde yerimizin önemini ve anlamını daha çok hatırlattı. Ölüp giden için her şey kolay aslında, her şey geride kalanlar için zor. Geride kalanlar bu zor durumla yüzleştiklerinde kendi yaptıkları ve yaşadıklarıyla yüzleşme imkânı buluyorlar. Covid19 yaşam tarzımızı kökten etkiledi. Eski alışkanlıklarımızı, eski tüketim anlayışımızı yeniden gözden geçirmemizi temelden değiştirdi diyebiliriz. 


Bu süreçte en ilginç olan uluslararası düzeyde bazı ülkelerin bencillikleri ve bazı ülkelerinde özverileriydi. Mesela gelişmiş bir Almanya güçlü bir alt yapıya sahip olan sağlık sistemiyle sadece kendi vatandaşlarına el atarken, Emperyalistlerin yıllarca baskısı altında olan Küba’nın aralıklı olarak iki ayrı gönüllü sağlık personelinin İtalya’ya gitmesi ve yardım etmesiydi. Binlerce insanın açlıktan öldüğü bu dünyada kılını kıpırdatmayan Neoliberal yaptırımın binlerce insanın öldüğü Akdeniz’e kayıtsız kalması, Akdeniz’de cesetlerin yüzmesi ve tarihe Batı’nın en büyük vicdansızlığı ve ayıbı olarak geçmesi üzerine hangi cümleleri kullanacağımız konusunda bizleri de zora sokmaktadır. Avrupa ülkesinde yaşayan biri olarak vergi ödeyen biri olarak bu insanların gelmesinde hiçbir sıkıntı görmeyen biri olarak uygulanan ve yapılan bu yaptırımları kınıyorum. Benim gibi milyonlarca insanın iradesine hiçe sayan canavar ekonomist güçler yaşayabilir bir dünyamızı kirletiyor ve bizlerin iradesini hiçe sayarak aslında krizi daha da büyütüyorlar. Bunların yarattığı kriz karşısında Corona krizi aslında bir hiçtir. Neoliberal kapitalizm ne kadar vahşi olduğunu ve sosyoekonomik sorunların kaynağı olduğunu ve uluslararası ilişkileri kızıştırarak yeni krizlere ve savaşlara zemin yaratmaktadır. Bizler gibi insanların daha duyarlı olarak bir araya gelerek hem bu para kazanmaktan başka bir derdi olamayan güruha karşı güçlenmeliyiz hem de en büyük sıkıntılardan biri olan küresel ısınma meselesinde Neoliberal vahşi kapitalizmi durdurmalıyız. Dünyada hergün açlıktan sekiz bin kişi ölürken, bu durumun değişmesi için parmağını kıpırdatmayan Neolibarilizm, içinde bulunduğumuz zamanda bir pandemi histerisi yaratarak ileride olası daha büyük felaketlerin küçük bir provasını yapıyor sanki.


Pandeminin bireysel ve toplumsal boyutları


Her şeyden önce virüsle yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor. Aynı zamanda virüsde bizimle yaşamayı öğrenecek. En temel anlamda Covid19 virüsü bizleri nasıl yaşamamız gerektiğini konusunda bir sorgulama sürecine soktu. SALGIN tek başına TIBBİ bir mesele değil, aynı zamanda hem sosyal bir problem de insanda ruhi biri sıkıntıdır. İnsanda ki ruhi boyutuyla en çok bir ankisiyete olarak karşımıza çıkıyor: kaygı ve ölüm korkusu olarak kendini hissettiriyor. 

Bir taraftan YASAKLAR ve KISITLAMALAR gelirken, diğer taraftan insanlar evinini ekmeğini kazanmak için işlerine gitmek zorundalar ve çalışmak durumundalar. Bundan dolayı insanlar A noktasından B noktasına ulaşabilmek için metrolara, otobüslere ve kitle ulaşım araçlarına binmek zorundalar. Virüs bir başka boyutuyla ‘ayna’ görevini üstlenmiştir: bizlere nasıl bir toplumda yaşadığımızı gösterdi. Öyle bir kaos yarattı ki, en temel hayatta kalabilme çabasına dönüştü insanların hayatlarında. Diğer bir şekliyle ‘nasıl sağ kalabilirim?’ çabasına dönüştü. Bazı durumlarda histerik bir hale dönüştü insanlarda. Adına da ‘sağ kalma histerisi’ diyebiliriz. Sağ kalma çabasının öteki ucu doğrudan ölüm meselesine dokunduğu için, sürdürülen günlük hayatın içinde bastırmış olduğu ölüm korkusuyla yüzleşmeye başladı. Bastırılan ölüm korkusu her geçen gün rakamlarla sunulan bilgilerle ve doğrudan tanıdığı insanların aramızdan ayrılıp gitmesiyle beraber görünür ve dokunulur hale geldi. İnsanlar yasaklar ve kısıtlamalarla sevdikleriyle uzaktan temas kurma zorunluluğuna itildiler. Sosyal mesafe kurallarıyla herkes ötekine virüslü ya da bana virüsü bulaştırır duygusuyla yaklaştı. Özellikle 65 yaşı üstü insanlara getirilen yasaklar toplumsal manada bölünmeye ve ayrışamya sebep oldu. Elbette risk grubunu oluşturan bu kesimin yoğun bakım ünitelerine düşme ihtimalleri yüksek, ama bazı ülkelerde bu kurallar da abartıldı ve sağ kalma senaryosunun bir parçası olarak zihinlerimizde yaşlılarımıza koyduğumuz bir mesafe olarak kaldı. Sağ kalma histerisi hem toplumu hem de sistemi acımasız bir hale getirdi. 

İyi bir yaşam nasıl olur ve nasıl yaşanır? Histeri bu soruları doğru düzgün irdelememizden de bizleri uzaklaştırdı. Salgınla beraber en temel haklar radikal bir şekilde kısıtlanınca hayat normalden anormale dönüştü. Anormal normal gibi algılandı ve dayatıldı. Temel hakların elden alınmasına sessiz kalmaktan başka çare bırakılmadı bizlere. 

SALGIN, insanın ekosisteme olan acımasızlığının bir ürünüdür. Evreni 8 milyar nüfusuyla işgale den onun ekosistemine bencilce yaklaşır ve tahrip ederse, olacağı da budur desek hiç yanlış bir tespit değil. İnsanın uyguladığı bu şiddet daha güçlü bir şekilde geri döndü. 


Virüsten kaynaklanan kaygı ve stres


Her şeyden evvel yaşanılan kaygı ve stres abartılı olursa bunun en olumsuz etkileri insanın kendi bağışıklık sistemi üzerine olmaktadır. En temel kırılma insanlara verilen bilgilerin eksik ve yanlış olmasıdır. Her hafta yeni bir bilgi veya bulgu virüs üzerine aslında hala ne kadar çok şeyler bilmediğimize delalet olduğundan, insan evladı kendini güvende hissedemiyor. En temel duygu olan korku tamda buralardan besleniyor. İnsanlar verilere güvenmiyorlar. Verileri veren kim? Mesela devletler: kendi insanlarını ve toplumlarını doğru bilgilendirmekle yükümlüdürler. Ama siyaset ve ticaret ele el verince mesele başka boyutlarda algılanıyor ve yorumlanıyor. ‘Siyaset ve ticaret önemli olana itibar eder, ilim ve irfan ise değerli olana’ der bir düşünür. Siyaset ve ticaret ele ele iktidar odaklarını ellerinde bulundurdukları için yasaklamaları ve kısıtlamaları da onlar dizayn etmektedirler. Bilim kurulu veya bilim adamlarının önerilerine öyle pek de kulak asmamaktalar. Bu aşıyı Küba devleti bulmuş olsa idi insanları güvenleri sarsılır mıydı? Ya da güvenleri tam mı olurdu? Küba devleti geçmişte de akciğer kanserine karşı bir aşı bulmuş ve bu aşıyı sadece 1 dolara verdiğinden insanların bu devlete güveni meselenin ticaret kısmında olamamasından dolayı daha mı fazla? Devletlerin topluma ve insanlara karşı hakikati gizlememe konusunda sorumlulukları vardır. Sorumlu bir devlet anlayışı yurttaşlarına daima güven verir. Güven veren devletler ve güven veremeyen devletler vardır. Virüs ve aşı meselesinde insanların kafası en çokta bundan dolayı muğlak. 


Kirli bilgilerin kaynağı olan sosyal medyayla beraber bazı basın yayın kuruluşları ve kurumsal organların eksik ve yanıltıcı bilgiler vermesinden dolayı da bu güvensizlik ortamı oluşmaktadır. Devletlerin ve onların kurumlarının doğru bilgileri aktarmaması ve manipüle etmesi de güvensizliğin temelini oluşturmaktadır. Bilim kurullarının ve kurumlarının siyasi erklere tabii kılınması ve meseleyi bölgesel ve ülkesel çıkarlar olarak yorumlamaları hekimler nezninde daha zor hale getirmektedir. Güvenilir meslekler vardır, güven kaybetmiş meslekler vardır. Şayet siyaset bir meslek ise, toplumsal düzeyde itibarını hem kaybetmiş hem de güvensizlik veren bir meslek olarak insanlarda bir izlenim bırakmıştır. Buna karşın hekimler papazlar ve itfaiye erleri kadar olmasa da batı toplumunda hala güveni tam bir meslek grubudur. 


Gerçekdışı bilgiler kaygı düzeyimizi arttırır. Kaygımızın en çok artmasına sebep olan sosyal medya da doğruluğu pek irdelenmeden paylaşılan bilgilerin yanlış olması ve yanıltıcı olmasındandır. Her gün yeni felaket senaryolarının yazıldığı, doğru bilginin yanlış olandan edilmesinin çok güç olduğu kaynaklardan bilgi edinmeye çalışmak, bu süreçte psikolijik olarak bireylerin kaygı düzeyinin arttırırken, toplumsal olarak da panik halinin yanşamasına neden olmakta. Bu nedenle güvenilir kaynaktan bilgiler edinmek önem arz etmektedir. Hastalığı küçümseyerek bana bulaşmaz ya da bana bulaşmaz düşüncesiyle kişisel tedbirleri almamakla ‘kesin beni bulur’ düşüncesi ile hayatı sadece bu hastalıktan ibaretmiş gibi algılamak da işlevsel olmayan kaygı düzeyleridir. 


Sağlıklı olan kaygı düzeyi ise, gereken önlemleri almamız için gerekli motivasyonu sağlamalı, aynı zamanda günlük işlevleri bozmayacak düzeyde olmalıdır. 


Bu salgına karşı göstermemiz gereken mücadelede beden ve ruh sağlığının bir bütün olduğu unutulmamalıdır. Bedenimizi tehditlerden korumaya yönelik alınacak tedbirlerin yanında, ruh sağlığımızı korumaya yönelik öneriler de oldukça önemli. Peki, bu süreçte ruh sağlığımızı korumak adına neler yapılabilir? 


Teknolojiden ölçülü faydalanmanın tam zamanı! İnternet ve telefonları kullanarak sevdikleriniz ile iletişimi evden sürdürmeye devam edin.


Sadece güvenilir kaynaklardan gündemi takip edin; doruluğu kesin olmayan bilgilerin paylaşımına katkıda bulunmayın.  


Hobilerinize vakit ayırın. Kitap okuyun, film izleyin, müzik dinleyin, stresten uzak durun, kalabalık ortamlara girmeyin. 


Öncesinde yeterince vakit bulamadığınız işleriniz ve ilgi alanlarınıza yönelmenin tam zamanı! Evde kalmayı kendinize zaman ayırmak için fırsata dönüştürün. 

Yeni normal yaşantımızı derinden etkileyen bu serece kendimizi alıştırarak gidişatın kendisine bırakmamız gerekir. Sağlığınıza vakit ayırın. Stres azaltıcı özelliği olan nefes ve gevşeme egzersizleri yapın. Spor yapın, uyku düzeninize dikkat edin, sağlıklı beslenin, bol sıvı tüketin ve kişisel hijyeninize her zamankinden daha fazla dikkat edin. 

Hareket alanımızın kısıtlandığı bu süreçte evde yapabileceğimiz egzersizleri arttırabiliriz.

Yoga ve meditasyon, beden ve zihin sağlığımızı olumlu etkiler. Uygulamalar veya videolardan destek alarak evde yoga ve meditasyon yapabiliriz. 


Sağlıklı beslenme bağışıklık sistemimizi destekler, bu süreçte sağlıklı gıdalar tüketmeye özen gösterebilir, hazır gıdalar yemekten uzak durunuz. 

Aynı saatte uyumak ve uyanmak vücudun sirkadyen ritmi içim önemlidir. Yeterli uyku almaya, aynı saatte uyuyup aynı saatte uyanmaya özen gösterelim. 

Bu süreçte kontrol edemediğimiz pek çok şey kaygımızı arttırabilir. Kontrol edebileceğimiz şeylere odaklanabiliriz; günlük plan yapmak, tedbirler almak gibi.


Umudumuzu koruyalım. ‘bu salgın kontrol altına alinacak ve ben okuluma devam edeceğim, bu salgın kontrol altına alınacak ve ben …’ gibi olumlu düşünceler odaklanalım. 


Belli düzeyde kaygı bizi korur! 

Kaygı bizi koruyan, tehditlere karşı duyarlı hale getiren, hayatta kalmamıza yarayan bir duygudur. Bunun yanında kaygının düzeyi, işlevselliğini önemli ölçüde etkilenmektedir. Kaygı, belli bir düzeye kadar kendimizi korumak, bilgi edinmek ve önlem almak için motivasyon sağlarken, kişisel hijyen ve sosyal izolasyon gibi önlemlerle karşı hassasiyet göstermemizi sağlar. 


Aşırı kaygı ve stres bağışıklık sistemimizi olumsuz etkiler


Kaygı bizi koruyacak düzeyin özerine çıktığında ise sağlığımızı olumsuz etkilemeye başlar ve hastalığa direnme gücümüzü kaybederiz. Yoğun stres, bağışıklık sistemimizi düşürdüğü için birçok hastalığa yakalanma ihtimalini de arttırır. Hastalıktan korktuğumuz için kaygılanıp, bu kaygıyı aşırı düzeyde yaşadığımızda yoğun bir strese maruz kalarak hastalığa daha da açık bir hale gelmiş oluruz. 


3 temel Kural: MASKE-MESAFE-HİJYEN KURALLAR


Almanya’nın Jena kenti korona ile mücadelede ilk maske uygulamasına geçen kent olarak bilindi. Kentteki verileri inceleyen uzmanlar, maske takmanın enfeksiyon riskini %45 azalttığını sonucuna vardılar. Araştırmaya göre, insanların maske taktığı durumda günde yirmibin vaka kaydediliyorsa, maskesiz otuzsekizbin vaka olacağını tahmin ediyorlar. 



Virüsün toplumsal boyutta kültür ve sanata da ileriki süreçte olumlu etkisi olacaktır. 


Aşının bulunması ve aşılanma sürecindeki kaygılar


Aşılar üzerinde bilmediklerimizi bilim adamları da söylüyorlar. Sağlık bakanlığı hekimlere gönderdiği bilgilendirme yazısında aşılarla ilgili şu 4 hususa dikkat çekmektedir:

1)Alt guruplarda etkileri üzerinde olabilecek farklılıkların nasıl olabileceği üzerine tespit edilebilmiş bir şey yok

2)Aşı bir kişiyi ne kadar koruyabilir, anti korların ömrü ne kadar ve nasıl etkileşim içinde bulunabiliyor bunlar bilinmiyor

3)Virüs aşılı olan birinden ötekine bulaşma riski taşıyor mu?

4)Uzun zaman yayılmış bilimsel veriler elimizde yok. 


Koronavirüsü ciddiye almalıyız, çünkü içimizden çok değerli insanları hayattan koparıp alıp götürmekte. Korona virüsle mücadelede toplumsal bağlarımızı güçlendirerek, iletişime geçerek örgütlenerek üstesinden gelebiliriz. 


Yeter ki iri olalım, diri olalım ve bir olalım!