Göç toplumunda göçmenlerin birbirlerine uyguladığı ayrımcılık; Kraldan daha kralcı…!
‘Birine çamur atmadan önce iyi düşün ve sakın unutma; önce senin ellerin kirlenecek.’ (L. Tolstoy)Bizde bir söz vardır,
‘kraldan daha kralcı’diye. Kimler için ve hangi durumlarda söylenir bu söz? Önce buradan başlayalım söze, sonrasında da bu durumun Batı Avrupa’da yaşayan göçmenlere yansımalarına dair örnekler vererek bunun altında yatan ruhsal/psişik nedenleri irdeleyelim.
Kraldan daha kralcı deyimi mana olarak ‘birisinin davasını daha savunur olmak’ olarak karşımıza çıkıyor. Peki hangi durumlarda bu deyim daha çok kullanılır? Daha çok, mesele kendisi değilken başkasının meselesini kendine hedef ve gazel edinmiş insanlar için kullanılır.
İnsanlar yetersizliklerini kapatabilmek için kraldan daha kralcı olabiliyorlar. Bilmediği bir şeye yönelerek bütünlük duygularını gidermeye çalışan çok insan var. Duyarız bazen; şu ünlü kişi Müslüman olmuş vs. diye. Ardından toplum der ki ‘en çok sonradan Müslüman olandan korkacaksın!’ Neden bunu söylemeye ihtiyaç duyar toplum? Elbet yaşadıkları ona bunu söyletir.
Sonradan İsviçreli ya da Alman olan birinden de korkmak gerekir mi? Duruma göre evet diyebiliriz. Çünkü bu statüyü sonradan kazanmış bireyler kişisel olgunluktan uzak iseler, ruhlarının karanlıklarında kalan ‘fantezilerini’ harekete geçirerek özünü bilmedikleri değerleri keskin bir şekilde savunarak sisteme bekçilik yapmak isteyebilir ve birilerini ötekileştirerek onlara zarar verebilirler. Mesela Amerika’nın Florida eyaletinde siyahlara şiddet uygulayan polislerin çoğunun Latin kökenlilerden olması ne ile izah edilebilir? İsviçre’de yarın bir gün bu sistemin devamı için en iyi polislerin hangi milletten seçileceğini sorsak, acaba akla gelen ilk millet kimlerden oluşur? Bu soruyla beraber fantezilerimiz hemen harekete geçiyor zaten.
Arayışlar…Genellikle insanlar kimlik arayışı içine girdiklerinde sahip oldukları ya da yaşadıkları kimliklerden gayrı memnun iseler başka arayışlara girerler. Buldukları kimliklere sarılarak o kimliğe sahip olanların değerlerine daha keskin sahip çıkarak savunucusu olurlar. Bu kimlik ister etnik kimlik ister dini veya başka bir kimlik olsun her türlü durumda kendilerini ispatlarcasına ‘anlamsız’ bir duruş sergileyerek, meselenin aslı ya da özü gibi olmaya çaba gösterirler.
Hiç kimse doğuştan itibaren ne etnisitesini ne de inancını seçme hakkına sahip değildir. Kişi tesadüfen hangi yapıda dünyaya geliyorsa ona tabi olmaya itiliyor. Bunu yapan anlayış her yerde aynıdır. Birileri ilerleyen yıllarda farkındalık geliştirip bir şeyleri seçerken bunu sahip olduklarının üzerine kurarak değil de sahip olduklarını terk ederek yapıyorsa, arızalı haller meydana gelebilmektedir. En basit örneğiyle İsviçre’ye küçük yaşta gelmiş ya da İsviçre’de dünyaya gelmiş göçmen kökenli ailelerin çocukları yetişkin yaşlarında sağcı, milliyetçi ve muhafazakâr değerleri savunan, yeri geldiğinde ırkçı yeri geldiğinde de ayrımcılık politikaları güden bir partiye yönelip, üye olabiliyorlar. Peki bunun altında ne yatmaktadır? Neden birilerini ötekileştirerek kendilerini diğerlerinden ayrıştırmaya ihtiyaç duymaktadırlar? Kendileri de aslında göçmen iken, kendilerinden sonra gelenleri dışlamaya neden ihtiyaç duyarlar? Bu konuya gözlem ve deneyimlerimi de katarak izah getirmeye çalışayım.
Her şeyden evvel çocuk yetiştirmek aynı zamanda bir toplumu inşa etmek olarak anlaşılır. Bu bağlamda bazı toplumlar olgunlaşmaktan uzak, sivilceleriyle meşgul olan, ergen halinin krizleriyle yaşayan ve sürekli takdir edilmeyi bekleyen yalnız bir ruh gibi gezinip dururlar. Özellikle Doğu ile Batı arasında sıkışıp kalmış Türkiye toplumu kendini Batı’ya ispatlama gayreti ile yeri geldiğinde macera arayan birinin peşine düşerek, kendini ispatlama kavgasına girebilmektedir. Özellikle son yıllarda gözlemlediğimiz olgu, Batı ülkelerinde yaşayan göçmenlerin oylarını Sosyal Demokrat partilere ya da Yeşillere verdikleri, kendi ülkelerinde sağ muhafazakâr partilere yöneldikleri, bunun aslında bir çelişki olmadığı söylemidir.
Hem bir taraftan gavur diye gördükleri ülkelerden sosyal yardım alarak geçinirlerken, diğer taraftan da bu ülkeleri düşman ilan ederek, çelişkiler yumağında sırıtarak yaşamayı tercih etmektedirler. Bazıları ise içinden geldikleri toplumun öz değerlerini bir kenara iterek, batının sağ muhafazakâr yapısına özenip aslını inkâra kadar giderek, diğer göçmenleri ötekileştirecek dili kullanmaktan çekinmemektedirler. Her ikisinin temelinde aslında ‘adam yerine konulmamış bir çocuk’ ve onore edilmesi ebeveynleri tarafından ihmal edilmiş bireyler yatmaktadır.
Öteki ile karşılaştığı zaman insan başka bir varoluş durumuyla yüz yüze gelir. Bu karşılaşmada başka bir düşünce, başka bir davranış şekli ve yaşam stili ile karşılaştığında aslında kendi yaşam şeklini de sorgulamaya başlar. Bu durumda kendi yaşam tarzı ve kendine olan saygınlığı ile ciddi bir hesaplaşmaya gidebilir. Bu mekanizma her toplumda de aynı işlemektedir.
Neden ötekileştirme?Batı’nın ırkçılığı ya da ayrımcılığı öteki üzerine kuruludur. Ötekiyle karşılaştıkça kendi çelişkileriyle yüzleşmek zorunda kalır. Yeri geldiğinde ötekinde gördüğü ve yaşadığını kendi alışkanlıklarına savrulmuş bir tehdit ya da saygısızlık olarak değerlendirir. Avrupa merkezci bir anlayışla büyümüş bir bireyde de aynı tepkiler oluşur ve ötekini dışlama ve yok sayma eğilimi ağır basar. Adamların ülkesine gelmişsin elbette bunlar gibi olmalısın anlayışını dayatmalarının altında kendine olan saygınlığını kaybetmiş birey yatmaktadır.
Özellikle bu tür asimile olmuş ve kendilerini içine geldikleri toplumun bir parçası olarak görenlerde diğer göçmenlere karşı hoşgörüsüzlük olarak ya da ayrımcılık niteliğindeki davranışlara kadar gitmesinde aslında o kişinin kendi eksikliği ve yetersizliği yatmaktadır. Kendi yetersizlik ve eksikliğini yüceltmiş olduğu yerli topluma aşırı uyum sağlayarak onaylanmayı beklemektedir. Kısacası ebeveynlerinin eksik bıraktığı ruhunu okşayacak takdiri, yerli topluma benzemeye çalışarak onlardan alacaklarına inandırırlar kendilerini. İçinde yaşadığı ve sonradan gelmiş olduğu yerli toplumun değerlerine bir başkasının saygısızlığını ya da bunu reddetmesini, onu değersizleştirerek ya da yok sayarak koruyabileceğini düşünür.
Temelinde aslında çocukluklarında kendi ebeveynlerinin onları yeterince takdir etmemeleri ve onları adam yerine koymamaları, sevgi ve ilgiden kaynaklı eksiklikler yatmaktadır. Diğer bir neden de idealize edilen ebeveyn (anne baba) ya da bakıcı kişiyle kurulan yakın ilişkide yaşanılan aksaklıklardır. İdealize ettikleri ebeveynlerinin kültürlerini, geldikleri batı toplumunun değerlerinden eksik ve düşük görmeleri ile ilgilidir. Kendi hayal kırıklıklarını başka bir şeye bürünerek, mesela İsviçreli olmaya çalışmak, gidermenin yollarına bakarak farkına varmadan ırkçı ve ayrımcı tutumlar alabilmektedirler. Tamil bir gencin Tamil kültürünü Batı’ya göre eksik ve geride kalmış görmesinin bir izahı olmalıdır. Ve bu Tamil gencin İsviçre’nin gerici sağ partisine üye olmasının da mutlaka bir izahı vardır. (Burada Tamil yerine başka bir örnekte verebilirdik ama bu örneğin seçilmesinde ki maksat, deri renginden dolayı en çok da yine bu sağ parti tarafından kabul görmemesi sebebiyle verilmiştir).
TerapiKişinin benlik saygısı çok erken yaşlarda şekilleniyor ve gelişiyor. İlerleyen yıllarda bunları değiştirmek pek kolay olmuyor. Eksik olan şeyleri fark etmek, onları tek başına çözmeye yetmeyebilir. Bunları çözebilmek için bazen bize başvuran danışanlarımız oluyor.
Kişinin kendine olan saygısı terapide düzelir mi? Elbette düzelir ama uzun yıllar alır. Uzun süreden kastım en az üç ya da dört yıldır bu süreç. Peki nasıl düzelir diye soracak olursanız, her bireyde nasıl bozulmuş ise öyle düzelir demek pek yanlış olmaz. Yani herkesin kendi hikayesinde öz benlik oluşumunda rol oynayan dinamikler gözden geçirilir ve bunlar terapi ilişkilerinde yeniden işlenir. Eksik bırakılan, takdir edilemeyen birçok mesele terapide giderilmeye çalışılır. Kısacası çocukluğunda yarım ve eksik bırakılmış birçok şey terapide yeniden yaşanılır.